Sırça Köşk / Sabahattin Ali | beyaz gemi ve sanat üzerine

White Ship by Hillary McAllister


Sırça Köşk, Sabahattin Ali'nin öykücülüğü ile tanıştığım bir derleme kitap oldu. Daha önce onun üç romanını, sırasıyla Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf  ve İçimizdeki Şeytan'ı okumuştum. Hepsini sevmekle birlikte Kuyucaklı Yusuf içlerinden beni en çok etkileyen olmuştu. Yine de dediğim gibi yazarın kalemini sevmeme ve ondan daha fazla şey okumak istememe neden olan okumalar olmuştu bunlar. Kısacası Sabahattin Ali okumaya doyamamıştım. Bildiğim kadarıyla bunlardan başka romanı yok, yazdığı diğer şeyler ya öykü, ya anı, ya mektup ya da politik yazılar. Öykülerinden başlayayım okumaya dedim ama bir yandan da kıyamıyorum okumaya. 

Bu derleme adını kitaptaki son öyküden, daha doğrusu masaldan alıyor. Sırça Köşk'ün yanında kitapta üç tane daha masal ve on üç tane öykü bulunuyor. Sabahattin Ali'nin masal anlatıcısı olduğunu da bilmiyordum, masalları da öyküleri kadar, hem anlatım hem de içerik bakımından başarılıydı bence. Üzerinde düşündüğüm ve yazarak da düşünmeyi sürdürmek istediğim öyküler ve masallar var; o yüzden bu yazı(lar) olağan yorum yazılarımdan biraz farklı olacak. Başlığı da o yüzden farklı attım. Kısacası buraya kadarki tanıtımdan sonrası öyküler özelinde düşünceler yığını olacak. Öyküleri okumamış olanlar için okuma keyfini olumsuz etkileyecek detaylar içerebilir yazdıklarım. Bir de bolca "düşünmek, düşündürmek ve düşündürücü" sözcükleri geçecek, canınızı  sıkabilir. 

Kitabın içindeki her öykü, her masal bir şeyler veriyor okuyucuya, mesajını açık net bir şekilde iletiyor. Düşündürüyor. Beni özellikle etkileyen yedi öykü,  iki de masal var. Yazmaya Beyaz Gemi'den başlamak istiyorum.

BEYAZ GEMİ (1945): Hem sürükleyici, merak uyandırıcı bir öykü hem de derin mevzular var üzerine düşünecek. Hikayeye geçmeden önce mesela, ana karakter olan ressam Tevfik'in sanat ve sanatçıyla ilgili görüşleri çok ilginç. Öykünün hemen giriş paragrafında şöyle düşünüyor Tevfik: "...sanat yeryüzünde ve insanların içinde olup bitenleri, çöplükle sarayı aynı hakikatten uzak ve güzelleştirici örtüye bürüyen ay ışığı gibi, tatlı bir yalan bulutunun arkasından göstermeye mecburdu, sanat eserinden faydalanabilecek durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkarın ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı..." Sanat dediğimiz şey gerçekten de çirkin ve kötü olan şeyleri allayıp pullayarak, çirkinlik ve kötülüklerini gölgeleyerek bir ilüzyon yaratmak mıdır sadece? Bu doğrultu da sanattan faydalanmak isteyenler yalnız kendilerini bu doğal olmayan, çarpıtılmış yaratıyla kandırmak mı isterler? Bu soruları bir süre düşündüm, kafamın içinde yanıtlarını bulmaya çalıştım ve sonunda burada yazılanlarla aynı fikirde olmadığımı anladım. Sanat her zaman hakikatten uzak değil bence, hakikati yansıtan sanat ürünleri görmek de mümkün. Hatta bu gerçekçi, hatta natüralist eserlerin bazıları öyle çirkin ve kötü şeyleri yansıtıyor ki rahatsız ediciliğin sınırlarını zorluyor. İnsanın kendi gerçekliği bunların yanında daha avutucu, oyalayıcı kalıyor. Bu eserlerle başkalarının çirkin ve kötü, üzücü, kahredici, rahatsız edici, hatta tahammül edilmez gerçekliğini görüyor, şahit oluyor, hatırlıyor ve sonunda avunmaya ihtiyaç duyar hale geliyoruz. Gördüğümüz, izlediğimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz o "gerçekliği" unutmak istiyoruz. 

Sanatkarın ekmeği ifadesine de çok takıldım. Sanatı, ondan "ekmek" çıkarmak için icra edenler gerçekten sanatçılar mıdır ve ürettiklere şeye "sanat" denebilir mi? Sanat illa ki maddi bir getiri beklemeden mi yapılır? İşte bu soruya o kadar kolay cevap bulamadım. Sanatlarıyla para kazanan insanların yaptıkları şeye sanat değildir demek o  kadar basit gelmiyor bana. Bir eserin yaratıcına maddi getiri sağlaması o eserin "sanatsallığından" bir şeyler götürür mü? Yoksa yaratıcısından çıkıp görücüsüne, okuyucusuna, dinleyicisine, izleyisicine ulaştıktan sonra, onu yapana nasıl geri döndüğü eseri ve dolayısıyla onu algılayanı ilgilendirmez mi? Bence biraz böyle sanırım, üretilme amacı ne olursa olsun alıcısı onu sanatsal bir ürün olarak algılıyorsa o ürün sanatsaldır. Çünkü yaratıcının, istemeyen alıcıyı yönlendirme gücü de yok bence. Yani bir ürün onun hayal ve algı dünyasından serbest kaldığı anda, alıcı onu kendi hayal gücü ve algı şekline göre anlar, değerlendirir ve takdir eder.  Öyle ya da böyle, sanatı tamamen maddiyatla ilişkilendirmek de, ondan bütünüyle soyutlamak da doğru değil bence. Her şey erek kitlenin onu alış şekline bağlı diye düşünüyorum. 

Öyküde yine sanatla ilgili şöyle bir düşünce geçiyor: "İstediğin kadar güzel resim yap... Anlayan, kıymetini bilen olmadıktan sonra..." Bu  ifadeler üzerine kendime sorduğum şey şu oldu: Sanat mutlak suretle birine, bir şeye yönelik mi icra edilir? Belirlenmiş bir alıcısı olmayan eserler sanattan sayılmaz mı? Az önceki ifadelerle tutarlı bir şekilde Tevfik sanatının ancak biri algılarsa sanat olacağını düşünüyor. Böyle düşünmesi  beni şaşırtmadı çünkü Tevfik'in sanata maddesel baktığını anlamıştım. O yüzden elbette "sanatın sanat için" olduğuna inanacak değil. Ben de bu görüşe yüzde yüz katılıyor değilim ama yukarıda da söyledim zaten, sanat dediğimiz şey biraz görece(?). Herkesin sanat algısı başka. Bu yüzden kimine göre sanat, sanat için olabilir, toplum için olabillir, yalnız kişinin kendisi için olabilir. Sanat'ı dar sınırları olan bir tanımlaya hapsetmek, ona şartlar ve gereklilikler koymak pek doğru değil. Sanat dediğimiz eylemin ve bu eylemin sonucunda ortaya çıkan yaratının anlamı çok soyut, hava gibi bir kere. Görünmezdir, içine girdiği zihnin şeklini alır

Son olarak hikayenin kendisi çok manidar. Tevfik'in yaptığı resme bir İngiliz'in yaklaşımı ve bir Türk'ün yaklaşımı birbirinin taban tabana zıttı. Resim aynı resim ama hitap etmeye çalıştığı kişiler çok başka dünyalardan. Biri onu baş üstüne koyarken diğeri ayaklar altına almaya hazır. Bu, kısaca bu iki insanın temsil ettiği dünyaların sanata olan yaklaşımı aslında. Sanatı takdir edemeyen Türk'ü kınamıyorum, ona kızmıyorum. Bir insanın, bir toplumun sanatı takdir edebilmesi için önce daha temel ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayabilmesi gerekir. Zaten Tevfik'in de sanat hakkındaki tartışmalı fikirlerinin temelinde de bu vardı bence: o ve onun gibiler, sanatı sanat için, kendi için yapmadan önce karnını doyurmak, ayağına ayakkabı, sırtına bir palto almak zorunda. Bunun gibi, karnı doymayan insanlardan sanatı karnı doyanlar gibi takdir etmeleri beklenemez. 

Öykü öyle güzel anlatılmış ki bir yandan bunları düşünüp sorgularken bir yandan da Tevfik'in resmi bitecek mi, beğenilecek mi, o gemi gelecek mi diye merakla bekliyorsunuz. Yaşanan hayal kırıklığını net bir şekilde hissediyorsunuz. Sanatı hakkıyla takdir edemeyişimizin nedenini düşününce üzülüyorsunuz ama bununla kalıyorsunuz sadece. Sonra çaresiz, diğer öyküye geçiyorsunuz. Sanki sizi avutacak, oyalacak bir şeyle karşılacakmışsınız  gibi...

*Diğer öyküleri farklı bir yazıda ele alacağım. Bu, yeterince uzun bir yazı oldu. 

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Benimle paylaşın!

Yorum Gönder

11 Yorumlar

  1. Sırça köşk kitabı elimde okuyacağım bir kitaptı bu yazı cok iyi geldi. Not aldım okuyup bitirince gelip yazacağım. Kürk mantolu madonnayi okudum.sabahatin Ali o kadar çok popüler kültüre sıkışmış kalmıştı ki.populer kültürden kaçan ben için onu bulmak bu yüzden bu kadar geç oldu.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okumadıysanız Kuyucaklı Yusuf'u da tavsiye ederim. Ben onu Kürk Mantolu Madonna'dan daha çok sevmiştim :')

      Sil
  2. okumak istediklerim arasındaydı unutmuşum hatırlamış oldum :) çok güzel incelemiş ve açıklamışsın daha da çok okumak istedim şimdi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, umarım sen de keyifle okursun :)

      Sil
  3. sırça köşk okumadıklarımdan. beyaz gemi de tabii. e tabi yani karnı aç kişi napsın sanatı. sanatı kimse için üretmemiştir sanatçı ama eseri satılınca da mutlu olmuştur herhaldeee :)

    YanıtlaSil
  4. Hımm Sabahattin Ali hiç okumadım ama bu yazıdan sonra merak ettim. Düşüncelerine katılıyorum bence de sanat eseri tek bir kaba konmamalı. Sanatçı eserini ortaya koyarken yalnızca estetik kaygı gütmeli diye bir söz var ya ona katılıyorum ben ama eserin maddi bir getirisinin olması kötü bir şey değil kesinlikle, yine de sırf bu amaç için de ortaya konmamalı diye düşünüyorum. Evet, kesinlikle rahatsız edici sanat eserleri de var. Diğer öykülerini de merak ettim, yazının devamını bekliyorum :) ^^

    YanıtlaSil
  5. Sırça Köşk'teki öyküler beni de çok etkilemişti. Sabahattin Ali, çok sevdiğim bir yazar. Senin gibi kitaplarını bitirmemek için yavaş yavaş okuyorum kalanları :)

    YanıtlaSil
  6. Yeni bir blog ile bir başlangıç yapınca blog arkadaşlarımın tamamını kaybetmiştim. Şimdi yeniden blog keşiflerine çıkmışken denk geldim blogunuza. Okumak ve izlemek konusundaki merakınız ve yazdıklarınız çok hoşuma gitti. Yaklaşım ve analizlerinizi okumak bana keyif verdi. Yine sevdiğim kitap hakkında yazmış olduğunuz güzel bir yazının altına da yorumumu bırakmış olmaktan mutluluk duyarım. Elinize , kaleminize sağlık ^^

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, düşünceleriniz çok mutlu etti beni :')

      Sil
  7. Zamanlaman harika:) Ben daha önce Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarını okumuştum ikisi de çok güzeldi. Bu hafta Sabahattin Ali'nin öyküleriyle tanışmak istedim ama pek öykü okumadığım için tereddüt edip Kuyucaklı Yusuf'u aldım. Bu Yazın benim için çok çok iyi oldu. Teşekkürler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali'nin üç romanından en çok sevdiğim. Umarım sen de keyifle okursun :')

      Sil