Kolera Günlerinde Aşk / Gabriel Garcia Marquez | Kitap Yorumu


Kolera Günlerinde Aşk

Özgün Adı: El amor en los tiempos del cólera

Yazar: Gabriel Garcia Marquez

Çeviren: Şadan Karadeniz

Yayım Yılı: 1985


İnsanın sevdikleri, tüm eşyalarıyla birlikte ölmeli.

Bir Marquez kitabı daha okudum. Okumadığım Marquez kitaplarından bir tane eksildiği için mutsuzum, öte yandan ölmeden önce bir Marquez kitabı daha okuduğum için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Öyle bir şeyler işte...

Gabo kitaplarından bahsederken tekrara düşmekten çok korkuyorum. Gabriel Garcia Marquez benim en sevdiğim yazar ve okuduğum her yeni kitabıyla ona olan hayranlığım katlanarak artıyor. Eserleriyle bana yaşattığı duygular aynı yoğunlukta olsa da ben onun her kitabında farklı bir hissiyat  içine girdiğimi düşünüyorum. Yani etkinin büyüklüğü aynı oluyor ama niteliği farklı oluyor. Sözgelimi, okuduğum ilk kitabı olan Kırmızı Pazartesi beni geren, sinirlerimi bozan ve beni dumura uğratan bir eserken, bir diğer favorim Yüzyıllık Yalnızlık bana yalnızlığı, tek başınalığı iliklerime kadar hissettiren bir eserdir. Asla gelmeyecek olan bir mektubu hep bekleyen albayla birlikte sabrederken, sabrın sınırlarını zorlarken, umut ederken, Erendira ile çaresizliği tadıyorum, onunla -sessizce- isyan ediyorum. 

Kolera Günlerinde Aşk bittiğinde çok değişik duygular içinde bıraktı beni. Kitap beklentimi karşıladı mı, evet. Ama farklı bir şekilde. Yani, kitap beklediğim şekilde değil çok başka türlü çıktı karşıma. Romantik bir hikaye bekliyordum, doğal olarak. Ama bence Kolera Günlerinde Aşk romantik bir hikayeyi anlatmıyor. Hatta bence anlattığı hikaye romantik olmaktan çok çok uzak. 

Kitabın konusundan kısaca bahsedeyim: iki genç, Florentino Ariza ve Fermina Daza, birbirlerine aşık olurlar ve bir süre sonra, bir takım olaylar sonucu ayrılırlar ama Florentino Ariza, sevdiği kadından asla vazgeçmez ve o başkasıyla evlense bile onu beklemeye başlar. Kitabın başında, Fermina Daza'nın kocasının ölmesiyle Florentino hiç unutamadığı aşkının karşısına çıkar ve hala onu sevdiğini söyler. Böylece geçmişe dönüp aralarında neler olduğunu, neler yaşadıklarını ve işlerin nasıl bu noktaya geldiğini anlatır bize yazar. 

Kulağa romantik geliyor olabilir, önce bana da öyle gelmişti ama aşkın, salgın bir hastalık olan koleraya benzetilmesi ve kolera belirtileriyle aynı belirtilere sahip olması buradaki aşkın ne kadar romantik olduğu (olmadığı) hakkında bir fikir veriyor bence. Bir de bu kitap için "romantik bir hikaye anlatıyor" demek kitabtan bahsetmek için çok sığ, yüzeysel bir ifade bana göre. Okumadan önce bunu bilmenin ona göre bir beklenti oluşturmak açısından önemli olduğunu düşünüyorum. 


İnsanlık seferdeki ordular gibi en yavaş olanın hızıyla ilerler.

Önce kitapla ilgili en çok hoşuma giden şeylerden bahsedeceğim. Hoşuma giden şeyler kitap hakkında süprizkaçıran şeyler olmayacak. Öte yandan daha az hoşlandığım şeyler kitapla ilgili ayrıntılar içeriyor olacak, o yüzden bunları kitabı okumayanlar okuduktan sonra okusunlar (tuhaf bir cümle oldu..). 

Artık Marquez'in üslubundan, anlatımından, eşsiz anlatı yönteminden bahsetmeme gerek yok. Bu konuda istediğimi, beklediğimi buldum kitaptan. İçine girmesi zor bir hikayeydi, kabul ediyorum ama Marquez bence her zaman sabır gerektiren bir yazar olmuştur. Sabrınızın sonunda ise buna değdiğini görürsünüz. Hem hikayenin ilerlemesi hem de yoğun edebi anlatım size hep "iyi ki" dedirtir. 

Çok hoşuma giden bir başka şey ise aslında sadece bu kitapla ilgili değil, yine Marquez'in tüm kitaplarında karşımıza çıkan bir unsur: küçük hikayeler, kurgunun gidişatını değiştirmeyen, olay örgüsüne genel olarak hiçbir etkisi olmayan detaylar. Mesela bir karakterle karşılaşıyoruz, birkaç sayfa sonra adını unutacağımız bir karakter hatta belki de bu, ama Marquez böyle önemsiz görünen bir karakter hakkında bile ayrıntı sayılabilecek bilgiler veriyor; geçmişinden bahsediyor mesela ya da onun ayırt edici yönlerinden bahsediyor ciddiyetle. Sadece karakter bazında da olmuyor bu. Asıl hikayenin arka planında gelişen önemsiz bir olay ya da durumu bile o kadar can alıcı bir şekilde anlatıyor ki siz asla "bunu bilmeme ne gerek vardı" diye düşünemiyorsunuz. Bir nesne ortaya çıkıyor mesela. Onu okuyucunun gözünde nasıl somutlaştıracağını çok iyi biliyor Marquez. Somutlaştırmak derken de salt betimlemekten bahsetmiyorum; ona adeta bir kişilik yükleyip olay örgüsüne etki etmemesine rağmen işgal ettiği yerin hakkını vermesini sağlıyor. Onu anlatmak için kullandığı kelimelere değer kılıyor bu söz konusu nesneyi. Tüm bu şeyler, bu küçük parçalar hikayenin özüne doğrudan dokunmasalar da asıl öyküyü çevreleyip onun inandırıcılığını sağlamlaştırıyorlar. Yazar bu küçük ayrıntılarla, okunduktan sonra unutulabilecek detaylarla hikayenin okuyucu gözündeki gerçekliğini, ciddiyetini artırıyor bana göre.

Bunların dışında bu kitapta da Marquez'in diğer kitaplarında olduğu gibi hoşuma giden şey nokta atışı tespitlerdi; her şey hakkında, hayat hakkında yazarın karakterleri vasıtasıyla yaptığı tespitler beni her zamanki gibi çok etkiledi. Bazı ifadelerin benim de kafamda dönüp dolaşan düşünceler olması beni biraz şaşırttı. 


 Hiçbir şey ölümünden daha çok benzemez insana.

Kitapta yalnızca Florentino ve Fermina'nın aşkını, Doktor Urbino'nun resme dahil olmasıyla oluşan aşk üçgenini okumuyoruz aslında. Elbette insani duyguların aktarımı, iç monologlar, ruh çözümlemeleri ön planda olsa da yazarın bize anlattığı bu aşk(!) hikayesinin arka planında kurgusal bir Latin Amerika kasabasını izliyoruz. Kasabadaki günlük yaşam, gelenekler, alışkanlıklar, kasabanın genel atmosferi, kasaba halkının zihniyeti, inanışları ve tabuları gayet anlaşılır bir şekilde aktarılıyor bize; ama asla bilgi verir gibi değil. Karakterleri tanırken, olayları seyrederken ve karakterler arasındaki iletişime şahit olurken bu konuyla ilgili çıkarımlar yapabiliyoruz okuyucu olarak. Sadece sosyo-kültürel açıdan değil aynı zamanda  tarihsel ve ekonomik açılardan da tahlil edebiliyoruz bu kasabayı. Bu kasabanın bir "tip" olduğunu da çıkarsayabiliyoruz; yani bu kasaba üzerinden bir genelleme yapılabileceğini tahmin ediyor insan doğal olarak. 

Çok hoşuma giden, bahsetmek istediğim son şey de Marquez'in olay örgüsünü şekillendiriş biçimi. Bir kere hikayenin başlangıcı için en can alıcı olayı seçmiş Marquez. İlk bölümden sonraki bölümler, bu bölümün sonunda gelinen noktaya nasıl ulaşıldığını anlatıyor. Bölümler hem Florentino hem de Fermina odaklı fakat anlatım herhangi bir şekilde ikiye bölünmüyor gibi. Bölümlerin bir kısmı Florentino'nın bir kısmı da Fermina'nın yaşadıklarına ağırlık verse de bu ikisi arasında geçiş öyle belirsiz ve yumuşak ki bakışlarımızı nasıl birden Fermina'ya çevirdik anlayamıyoruz. Hani şey olur ya, keyifli bir sohbet sırasında o konuya nasıl geldiniz anlamazsınız, aynen onun gibi işte. Anlatının akıcılığı, pürüzsüzlüğü kusursuz derecede. 

Kitabı okumayanlar için: eğer daha önce Marquez okuyup yazarın kalemini beğendiyseniz ve size hitap ettiğini düşünüyorsanız Kolera Günlerinde Aşk'ı mutlaka okumalısınız. Öte yandan hiç Marquez okumamış biri yazarı okumaya Kolera Günlerinde Aşk ile başlamamalı bence. Yazarın tarzına alışık olmayanlar için doğru bir başlangıç kitabı değil. Marquez için en iyi başlangıç kitabının Kırmızı Pazartesi olduğunu düşünüyorum. 


Kimin daha ölü olduğunu soruyordu kendi kendine üzüntüyle, ölenin mi yoksa geride kalanın mı.

Şimdi kitapla ilgili en çok eleştirilen, benim de birkaç şey söylemeden geçmek istemediğim şeylere değineceğim. Bunlar kitapla ilgili ayrıntı bilgiler içediği için kitabı okumayanlar için yazının devamı spoiler olabilir. 

Kitapla ilgili eleştirilere şöyle bir bakıldığında kitabın ya çok sevildiğini ya da kitaptan nefret edildiğini hatta ölümüne nefret edildiğini görüyoruz. Nefret edilme sebepleri, kitabı bitirdikten sonra bende de karmaşık duygu ve düşünceler yarattı. Kitapta işlenen bu olgulara nasıl yaklaşmam gerektiğini bilemeyip düşüncelerimi toparlayana kadar biraz bocaladım. 

Okumuş olanlar bilir, kitapta anlatılan aşk, bildiğimiz aşktan ziyade bir takıntı. Hatta kimilerine göre romantik bir aşk değil, ürkütücü ve sağlıklı olmayan, çarpık bir takıntı bu. Okurken ben böyle düşünmedim, yani Florentino'nun Fermina'yı yarım asır gibi bir süre beklemesi bana çarpık bir takıntıymış gibi gelmedi, beni ürkütmedi de. Bu benim melodramı seven yapım yüzünden de olabilir; o yüzden tam tersini düşünenlerin nedenlerini de anlayabiliyorum. Bir de beni ürkütmese de ben de bu aşkın bir noktada olması gerekenin dışında olduğunu düşündüm. Yani evet, bence de bu aşktan çok bir takıntı ama çarpık ya da ürkütücü gelmedi bana. Anlatabildim mi bilmiyorum. Düşüncemin özü şuydu: Florentino, Fermina'ya, Fermina'yla birlikte olmaya takıntılı evet ama bunun için, bu amaç uğruna kötü şeyler yapmıyor. Son dönemlerde her gün mektup yazmasının dışında öyle insanı ürkütücek aşırılıkları yok. Belki rahatsız edici, ama ürkütücü ya da iğrendirici şeyler değil bence yaptıkları. Keza görmezden gelinebilir bir şey devamlı mektup yazması, Fermina istediği kadar yok sayabilirdi Florentino'yu. 

Eleştirilen, daha doğrusu yerden yere vurulan ve kitaba karşı bu kadar nefret oluşmasına neden olan durumlara geçmeden önce yukarıdaki durum için karakteri haklı çıkarmaya filan çalışmadığımı belirtmek istiyorum. Sevmediğiniz, hoşlanmadığınız birinin bu şekilde ısrarcı olması elbette insanları ürkütebilir. Fakat bence Fermina bununla nasıl başa çıkacağını bilen bir kadındı. Bu onu ürkütmedi. Ürkütmemiş olması da gayet olası. Yani bu ısrarcı tavır dünyadaki herkesi ürkütecek, herkeste nefret hisleri doğuracak diye bir şart yok. Marquez'in kurguladığı Fermina karakteri bu durumla kendi yöntemleriyle baş etti. Bu kadar.

Kitaba yapılan en sert eleştirilerden biri kitabın tecavüzü ve pedofiliyi romantikleştirmesi meselesi. Kitapta tecavüzcüsüne aşık olan ve hayatının geri kalanında o adamı bulmaya çalışan bir yan karakter var. Bundan bir kez bahsediliyor. Daha sonra Florentino'nun ilk cinsel ilişkisi tanımadığı ve onunla bir nevi zorla birlikte olan bir kadınla oluyor. Sonrasında Florentino bu kadına aşık oluyor(?) ya da aşık oluyor gibi oluyor ve kim olduğunu bulmaya çalışıyor. Tecavüzle ilgili kısımlar bunlar. Pedofili meselesi ise şu; Florentino yetmişli yaşlarındayken başka bir yerde yaşayan yakınları 12 yaşındaki kızlarını onun yanına gönderiyorlar. Kız yatılı okulda okuyor ve haftasonları Florentino'nun evine geliyor filan, Florentino onun vasisi oluyor yani. Bu kızla cinsel bir ilişki yaşıyor Florentino. 

Biliyorum çok iğrenç. Biliyorum kabul edilemez. 

Okurken ben de çok rahatsız oldum, içim çok sıkıldı. Buna rağmen ben Marquez'in bu anlattıklarıyla tecavüzü ya da pedofiliyi romantikleştirmeye, meşrulaştırmaya çalıştığını düşünmüyorum. Olanların sapkınlığı zaten ortada ve yazar bence hiçbir şekilde bu çarpıklığı gölgelemeye, güzellemeye çalışmıyordu. Öyle olsaydı hissederdim ve öyle olduğunu hissettiğim anda da kitabı okumayı bırakırdım. Kitaptaki bu şeyleri eleştiren insanların aksine ben bunun Marquez'in aşılamak istediği düşünce olmadığını, bunlarla zaten rahatsız etmeyi amaçladığını düşünüyorum.

Yani baktığınız zaman, anlatılanlardan yola çıkarak zaten okuyucunun Florentino'dan iğrenmesi istenmiş gibi. Onu olduğu gibi anlatmış. Gerçekçi bir yaklaşımın sonucu bu. Yani dünyada Florentino gibi insanlar yok mu? Gayet de var. Yazarın böyle bir karakter kurgulamasında yanlış olan bir şey yok bence, yanlış olan şu olurdu: bu karakterin yaptıklarını devamlı haklı çıkarmaya çalışan anlatımlar, eylemlerini temellendirme çabaları. Böyle bir şey de görmediğimize göre Marquez'in burada yaptığı toplumdaki Florentino tiplerine ayna tutması. 

Bilemiyorum, bu konu kafamı kitabı bitirdiğimden beri meşgul ediyor. Yani kitapta bu çok eleştirilen yerler, ne yazık ki tarihte ve hatta bugün dünyada var olan şeyler. Bana öyle geliyor ki Marquez bu gerçekleri kitabında bu şekilde yer verecek kadar cüretkar ve güçlü bir yazar. Onun yaptığı var olanı olduğu gibi, iyisiyle kötüsüyle, güzelliği ve çirkinliğiyle oraya koymak. Marquez'i sevmemin nedenlerinden biri de bu zaten: çirkini ve rahatsız edici olanı hiç sakınmadan, dürüstçe, açık açık yazabilmesi. Bu kitapta gördüğümüz de bunun bir örneği işte. Böyle, hayatın rahatsız edici yönlerine de ayna tutan kitaplar okumak istemiyorsanız okumayın, bu kadar basit. 

Spoiler sonu :')


İnsanların her zaman annelerinin onları dünyaya getirdiği zaman doğmadıklarını, yaşamın onları bir kez daha, hem de sık sık kendi kendilerinden doğmaya zorrladığı düşüncesine kaptırdı kendini.

Son olarak çeviriden biraz bahsetmek istiyorum. Can Yayınlarından çıkan Kolera Günlerinde Aşk, Şadan Karadeniz tarafından çevrilmiş. Karadeniz aynı zamanda Gülün Adı gibi önemli bir eserin de çevirmeni. Bir arkadaşım Gülün Adı'nı bu çevirmenden okurken bana ne kadar zorluk yaşadığından bahsetmişti. Öyle ki çeviri okuma keyfini baltalamıştı ve kitabı okuyamamıştı. Bana verdiği örneklerden ben de çeviriye ve çevirmene karşı temkinli olma kararı almıştım. Ne var Ki Kolera Günlerinde Aşk'ın Türkçe'de başka çevirisi mevcut değil ne  yazık ki. Korka korka almıştım zaten bu basımı, aklımda hep arkadaşımın yaşadığı şey vardı. Ne kadar haklıymış!

Çevirmen sayesinde öğrendiğim, hatırımda kalan kelimeler şunlar; çağrılı, geçenek, boşinan, erdenlik, uslamlama, kalıtçı, özgür istem, sakinimlilik, sağaltım... Çoğu zaman bu kelimelere takılmadan geçmek için büyük çaba harcadım. Çeviri bu gibi sözcüklerle doluydu ve çevirmenin neden günlük hayatta kullandığımız ifadeler yerine bunları tercih ettiğini anlayamadım. Yani yazarın dilinden dolayı desem, hani Marquez de İspanyolca'da nadir kullanılan kelimeler kullanmış özgün metinde, çevirmende bu üslubu korumak istemiş desem, Marquez'in tarzını biliyorum artık, en azından başka çevirilerinde bunun gibi bir şeyle karşılaşmadım. Ayrıca bunun çevirmenin tercihi olduğunu Gülün Adı'nda da aynı şeyi yaptığından dolayı biliyorum. 

Öz Türkçe takıntısını, emin olmamakla birlikte bunun arkasında bu varmış gibi geliyor bana, gerçekten anlayamıyorum ben. Yani tamam, organizasyon değil örgüt diyelim, informasyon değil bilgi diyelim, komünikasyon değil iletişim diyelim ama davetli gibi bir sözcük varken çağrılı demenin, mirasçı varken kalıtçı demenin, hurafe demek varken boşinan demenin ne manası var Allah aşkına? Yani hepimiz biliyoruz ki dil öyle kesin çizgilerle sınırlandırılabilecek bir şey değil. Dile yerleşen yabancı kelimelerden kurtulalım tamam ama Türkçe dediğimiz dil yüzlerce yıldır farklı kültürlerin, coğrafyaların etkisi altında kalmış ve zenginleştikçe zenginleşmiş bir dil. Uzun süredir kullanılagelen ve artık o dile mal olmuş ifadeleri dışarı atmaya çalışmak bence boş bir çaba. Bunların yerine de öz Türkçe üretilen sözcükler koymak dile yapılan bir emrivaki gibi geliyor bana. Ayrıca dilde öyle zorlama, yapay ve sahte duruyor ki okuyan, duyan kişiyi ister istemez rahatsız ediyor. 

Şimdi bu durumla bir de edebi bir eserde, en sevdiğim yazarın kitabında karşılaşmak gerçekten tadımı kaçırdı. Yani ben bir elimde sözlükle mi okumak zorundayım bu kitabı? Anlatımın akıcılığını bozan zorlama kelimeler yüzünden cümlelerin derinliğini, estetiğini hissedemedim ve bu gerçekten okuma keyfimi olumsuz etkiledi. 

Okuduğum Marquez kitaplarının çoğunun çevirmeni İnci Kut'tu. Kırmızı Pazartesi'yi kendisi çevirmiştir. Onun çevirilerini okurken gerçekten Marquezle aramda biri olduğunu, bir çevirmen olduğunu, bir aracı olduğunu unutuyorum. Şadan Karadeniz'in çevirmenliğine saygısızlık etmek istemem, bu onun yolu yordamıdır. Okur gözüyle baktığımda yalnızca bana hitap eden bir çeviri tarzı olduğunu düşünmüyorum. 

Bu arada şunu da fark ettim, İnci Kut'un çevirdiği Marquez kitaplarında,  İspanyolca aslından çeviren ibaresi yer alıyor. Kolera Günlerinde Aşk'ta ise böyle bir şey belirtilmemiş. Acaba ara dilden, büyük olasılıkla İngilizce'den, mi yapıldı çeviri diye araştırdım ama hiçbir yerde kitabın hangi dilden çevrildiğiyle ilgili bir bilgi bulamadım. Fakat diğer kitaplarda aslından çevrildiği belirtilirken bu kitapta belirtilmemişse çevirinin muhtemelen İngilizce'den yapıldığını düşünüyorum. Ara dilden çeviri yapılması konusuda da hakkında olumlu şeyler düşünmediğim bir konu. Bu konuları Çeviri Günlüklerinde ele alacağım gibi...

Başka bir çevirmen tarafından çevrilene kadar kitabı bir de İngilizce çevirisinden okumak istiyorum. Kaçırdığım şeyler varmış gibi hissediyorum ister istemez...
Bir erkeğin babasına benzemeye başladığında yaşlanmaya başladığını da ancak o zaman anladı.

Kolera Günlerinde Aşk keyifle okuyacağımdan emin olduğum bir  kitaptı, beni yanıltmadı. Beklentilerimi tamamen karşılayan bir kitap oldu. Goodreadste kitaba beş üzerinden dört yıldız verdim; bunun nedeni Yüzyıllık Yalnızlık'ı bir tık daha fazla sevmem. İkisini yan yana koyunca Yüzyıllık Yalnızlık kefesi ağır basıyor.

Dediğim gibi Marquez okuyucularının severek okuyacağı, mutlaka okuması gereken bir öykü Kolera Günlerinde Aşk. Fakat hiç Marquez okumamış olanlara önermiyorum. 



Siz Kolera Günlerinde Aşk'ı okudunuz mu?

Hakkında ne düşünüyorsunuz?

Benimle paylaşın!


Yorum Gönder

6 Yorumlar

  1. Ben de Marquez'in o tarihlerde olanı, gerçekçi bir biçimde aktardığını düşünüyorum pedofili vs. konusunda. Kırmızı Pazartesi en sevdiğimdir, sonra Yüzyıllık Yalnızlık geliyor, KGA sona kalıyor ama bu romanı da sevmiştim. Detaylı ve güzel bir tanıtım olmuş elinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benim de bir numaramda Kırmızı Pazartesi ve Yüzyıllık Yalnızlık var. Ama dediğiniz gibi ben de Kolera Günlerinde Aşk'ı çok sevdim, harika bir eser. Teşekkür ediyorum :')

      Sil
  2. Doğru zaman geldi mi Marquez kitapları öyle ya da böyle kendini okutuyor :D Umarım sen de okursun yakın zamanda. Beğeneceğinden eminim.. Yazıyı beğenmene, keyifle okumana da çok sevindim, çok teşekkürler :')

    YanıtlaSil
  3. Ben de şu an okuyorum Kolera Günlerinde Aşk'ı ve çeviri konusunda bire bir aynı düşünüyoruz. Kullanılan kelimeler okurken beni de çok rahatsız ediyor, dikkat dağıtıyor. Kelimenin anlamını bilsem bile "bu kelime hiç uymamış" demekten kendimi alamıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yayın hakları Can Yayınları'nda olduğundan başka yayınevi seçeneğimiz de yok Marquez konusunda. Umarım Can bu eleştirileri dikkate alır ve çeviriyi günceller, tek umudum bu yönde..

      Sil
  4. Ben yazarın kitaplarını okuyalı on yıl olmuştur. Ben de Yüzyıllık Yalnızlık'ı daha çok sevmiştim. O kitap bambaşka.

    YanıtlaSil