Sırça Köşk / Sabahattin Ali | bahtiyar köpek ve bahtiyar olmayan öyküler üzerine

The Kid (1921)


BAHTİYAR KÖPEK (1946): 'Sırça Köşk' ismiyle derlenen Sabahattin Ali öykü kitabında beni en çok etkileyen öykülerden biri Bahtiyar Köpek isimli öyküydü. Adından da anlaşılacağı gibi bu, mutlu bir köpeğin hikayesi. Adı verilmeyen köpek - çünkü böylesi köpeklerin her zaman afilli adları olur - kendisi gibi olan köpekleri temsil eden bir 'zengin aile köpeği'.  Yediği önünde yemediği arkasında bir aile bireyi aslında. Sokaklarda yaşamak zorunda olan türdaşlarından çok farklı, onlardan çok daha iyi bir hayat sürüyor. 

Sabahattin Ali neden böyle bir öykü yazıyor peki? Öykünün başında söylüyor kendisi. Ona soruyorlar, neden hep mutsuz hikayeler yazıyor, mutsuz insanları anlatıyorsun diye. "Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?". Gerçekten de neden Sabahattin Ali'nin diğer öyküleri hep hayatın acı yanını yansıtıyor? Cevap vermeden önce, peki diyor yazar. Mutlu bir hikaye anlatayım size. Bahtiyar bir köpeğin hikayesini anlatmaya başlıyor ve öyküsünün sonunda ona yöneltilen bu soruyu - içinde biraz da suçlama barındıran bu soruyu - yanıtlıyor: "...cümle alem bu  köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım...".

Bu memlekette elbette yüzü gülen, bahtiyar insanlar var,  var fakat Sabahattin Ali'nin hikayelerini anlatmaya değer gördüğü onlar değil belli ki. Onun icra ettiği sanatta salt edebi güzellik kaygısı olduğunu düşünmüyorum, Sabahattin Ali kalemiyle, yazdıklarıyla kimi gerçeklere ayna tutmak, bunlara karşı bir farkındalık sağlamak, belki bir tepkiye vesile olmak ve nihayetinde bir şeyleri değiştirmek isteyen bir yazar. Onu yazmak için motive eden şeylerden birinin bu olduğuna inanıyorum. Kısacası önceki yazıda sözünü ettiğim gibi, Sabahattin Ali için sanat bir avuntu gibi durmuyor. Onun sanatını okurken avunmak pek mümkün değil, hiç değil.

Derlemede beni en çok etkileyen şu "bahtiyar olmayan öyküler"e bakalım. Böbrek isimli öyküde Anadolu'dan İstanbul'a şifa bulmak için gelen, bu yolda varını yoğunu satmak zorunda kalan eski bir nüfus memurunun buruk hikayesini okuyoruz. Sömürülen yalnız maddi varlıkları değil, daha da önemlisi umudu oluyor. Bu öylüde söz konusu olan insan hayatı da olsa "doktor" denilen kişilerin ettikleri yemindan hiç haberleri yokmuş gibi davranabildiğini görüyoruz. Yalnız bu hikayede de değil. Adı 'Cankurtaran' olan bir doktorun bir tüccardan hiçbir farkı olmadığını da okuyoruz, yine aynı isimli hikayede. Aslın bir farkı va, normal bir tüccar mal alıp satar, pazarlık konusu -yasalar dahilinde- insan canı değildir. Bu öyküleri okurken insan, "Aman Allah hastaneye düşürmesin," diye dua ediyor.

En 'bahtsız' hikayelerden biri de Çirkince isimli hikayeydi. İzmir'in Selçuk ilçesinde bulunan Şirince köyünü bilmeyeniniz yoktur. Maya takvimi mevzusunda ünlüler akın etmişti filan. İşte o köyün Cumhuriyet'ten önceki adı Çirkince'ymiş ve burada Rumlar yaşarmış. Adının Çirkince olmasının köyün gerçek çehresiyle alakası yokmuş ama. Çok ama çok güzel bir köymüş. Anlatıcımız çocukluğunda bir hafta bu köyde kalıyor ve yıllar sonra orta yaşlı bir adam olarak burayı ziyaret etmek istiyor. Köyü bıraktığı gibi bulamıyor, elbette, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Köyün adı Şirince olmuş, ama adıyla gerçek vaziyeti arasındaki çelişki baki kalmış. Dayanamayıp kendi kendine sitemini dile getiriyor: "Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak?"

Geçen gün, bayramda, Seferihisar'a doğru dolaşmaya gittik. Sığacık'ı pek severiz. Yolda giderken kaldırım kenarlarında bir sürü çöp gördüm. Ücretli olmayan plajlardan birinde utanıp sıkılmadan atılmış bir çocuk bezi gördüm. Şehir içinde gezerken, denize balon sıralayan ve bunlara plastik mermiyle ateş etmek suretiyle onları patlatan tipler görüyorum. Gerçi bunu parayla yaptırıyorla, oyuna, eğlenceye dönmüş yani. Patlayan balonları, o plastikleri denizden geri topladıklarını hiç sanmıyorum. İnsanların dinlenmek, güzel vakit geçirmek için oturduğu, orada bir şeyler yiyip içtiği çimlere, bir kadın çocuğunu işetiyordu. Bu insanların bu davranışları sergiledikleri yer de İzmir Büyükşehir Belediyesinin tam karşısı. Yine İzmir'de İnciraltı diye bir yer vardır ki orayı da çok severiz. Kent ormanına giderken, Özdilek'e filan varmadan sağ tarafta hiçbir şey olmayan, değerlendirilmeden kendi haline bırakılmış bir kumsal var. Gerçi kendi haline bırakılsa yine güzel görünürdü. Orası da doğayı düşman bellemiş kişilerin azizliğine uğramış. Kısacası ben de kimi zaman İzmir'i gezerken aynı şeyi düşünüyorum: İzmir bizim olmasa nasıl görünürdü?. Bunu düşünmek beni çok üzüyor fakat elimde olmuyor. İzmir'i çok seviyorum ve 'egenin incisi' olarak anılan bir kentin bu manzaralara sahip olması beni üzüyor. İzmir, hak ettiği değeri içinde barındırdığı insanlardan bile görmüyor bana kalırsa. Sırf İzmir'e yapılan bu zulmü görmemek için evden çıkasım gelmiyor artık. Bir şeyin adını öyle ya da böyle koymak onu nitelemeye yetmiyor ne yazık ki. Elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz ve bu her yerde kendini büyük bir pislik ve çirkinlik olarak gösteriyor. Yazık, ne diyebilirim ki...

Kısacası Sabahattin Ali'yle aynı fikirdeyim. Dünyada, ülkemizde, çevremizde bahtiyar olmayan, güzel olmayan şeyler çok fazla bence. Buna pesimistlik de diyebilirsiniz belki ama çirkinlikleri görmek için odaklanmamıza gerek yok; asıl çabayı onları görmemek için harcıyoruz bence. Hem de ne çaba! Başarılı olanlarımız var elbette. Bunu başarmak iyi bir şey mi, işte ondan emin değilim. 

Yorum Gönder

8 Yorumlar

  1. Köpek, kitap ve İzmir üçlemesi gibi oldu :) Sabahattin Ali'nin daha önce İçimizdeki Şeytan adlı kitanı okudum sadece, çokta sevmiştim.. İzmir en çok görmek istediğim şehirler arasında.. Bu tür insanlar her yerde var maalesef kaçınılmaz son gibi..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sabahattin Ali'den en çok Kuyucaklı Yusuf'u tavsiye ederim size, mutlaka okuyun bence seveceksiniz. Umarım bir gün yolunuz düşer ve memnun kalırsınız İzmir'den :')

      Sil
  2. incelemen öyle güzel ki Sırça Köşk'ü yeniden okumak istedim. Sabahattin Ali'nin anlattıkları beni çok etkiliyor, her defasında erkenden kaybettiğimize üzülüyorum..

    YanıtlaSil
  3. Sırça Köşk'e bayılmıştıımm! Sondaki masallar da çok güzeldi bence. Sabahattin Ali kitaplarını çok seviyorum <3

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, masallar da çok etkileyiciydi, ben de çok beğenmiştim :')

      Sil
  4. Zamanında bu kitabı çok severek okumuştum halen kitaplığımda durmaktadır ara sıra incelerim blogunuz çok güzel takipe aldım girisimcidunya.blogspot.com bloguma davetlisiniz :)

    YanıtlaSil
  5. Canım Sabahattin Ali ve büyüklere masallar kıvamındaki Sırça Köşk'ü çok severim...

    YanıtlaSil