Bülbülü Öldürmek / Harper Lee | Kitap Yorumu


Bülbülü Öldürmek
To Kill A Mockingbird
Yazan: Harper Lee
Çeviren: Ülker İnce
Yayım Yılı: 1960 (Sel Yayıncılık, 2014)
Tür: Güney Gotiği, Duygusal Kurgu


Bülbülü Öldürmek, kitaplığımda uzun süredir onu okumamı bekliyordu, sanırım en az dört senedir. Daha uzun süre bekleyen kitaplarım da var ama bu gerçeği düşünüp üzüldüğüm her seferde aklıma ilk Bülbülü Öldürmek gelirdi ve bunun için, onu hala okumadığım için ekstra hüzünlenirdim. Sonunda yine Karanlık Şato okumaları vesilesiyle elime aldım ve dört gün gibi bir sürede bitirdim. 


Kitabın konusundan kısaca bahsedeyim; Hikâye Scout isimli küçük bir kızın anlatımıyla sunuluyor okura. Scout babası ve ağabeyiyle Amerika'nın güneyinde bir kasabada yaşayan bir çocuk. Annesini kaybetmiş, babası avukat, ağabeyi Jem en yakın arkadaşı. Olaylar siyahi bir adamın haksız yere suçlanması ve çocukların babası Atticus'un onu savunan avukat olması ile düğümleniyor.


Bilenler bilir. Bu kitap büyük bir kesim tarafından çok seviliyor, övülüyor, baş tacı ediliyor. Ben de bunu bilerek, doğal olarak devasa bir beklenti ve umutla başladım kitaba. Kitabın başında, bana göre bu kitabı beğenmemem imkansızdı. Çokça duygulanacak, ağlayacak, öfkelenecek ve daha bir sürü duyguyu tadacaktım bu kitapta. Fena yanılmışım.


"...bazen bir adamın elindeki İncil, babanın elindeki viski şişesinden daha tehlikeli olabilir."


Öncelikle kitabın çok yavaş başladığını söylemem gerek. Konuyu bilerek başladığım için kitaba, bu okuduklarım bu konuya nasıl bağlanacak diye merak ederek okudum kitabın üçte birini. İlgimi kaybettiğim çok oldu, kendimi şöyle motive ettim: bu okuduklarının mutlaka kitabın merkezindeki konuyla alakası vardır, Gözde. Sonra iyi ki okumuşum diyeceksin. Kendimi kandırmışım, bu noktaya kadar okuduklarımız Scout ve onun çevresinde yaşanan günlük olaylar. Bu olaylar 1930larda geçtiği için elbette okura bir şeyler veriyor, okunanların bomboş sayfalar olduklarını söyleyemem. O günün, o dönemin günlük yaşantısı, zihniyeti ve elbette bu bağlam içindeki anlatıcımız, onun hayatındaki gelişmeler gibi şeyleri öğreniyoruz bu ilk kısımdan. Yine de bu okuduklarımız - okuduklarım diyeyim - bildiğim şeyler olduğu için beni çok etkilemedi, bana çarpıcı gelmedi. Çok iyi bildiğim bir şey hakkında çekilmiş bir belgeseli izlemek kadar sıkıcıydı benim için bu kısımları okumak. Amerika'nın o yılları konusunda uzman olduğumu söylemiyorum elbette; kitapta yansıtılan kadarına aşinayım zaten, onu söylüyorum. Bu kısımda, tüm bu şeyler dışında bir de bir gizem yaratıldı. Olay onun üzerinden ilerleyecek izlenimi yaratıldı - ya da ben öyle bir izlenime kapıldım - o da yalan oldu.


Bir noktadan sonra, tam olarak dokuzuncu bölümle, beklediğimiz olay şekillenmeye başlıyor ama hala bir şeyler olması gerektiği gibi değil hissi var. Arka kapağa yazılan, herkesin bu kitabı onunla tanımladığı "konu" kitabın yarısını bile kapsamıyor aslında. Bir mahkeme sahnesi dışında, sadece anlatılagelen bir mesele bu. İnsanların konuştuğu, birbirine anlattığı, Scout'un da aralarında yaşadığı için tanık olduğu, haberdar olduğu bir olay o kadar. Bahsettiğim mahkeme sahnesinde dahi başrol haksızlığa uğrayan o siyahi değil. Anlatıcının Scout olmasının bu durumda payı büyük, bir gözlemci olarak elbette kendini ve en yakınındakileri merkeze koyup anlatacak olayları. Yazının başından beri kitaba getirdiğim olumsuz eleştirilerin sebebi tam da bu aslında. Yani bence bu hikâye, haksız yere suçlanmış bir siyahinin hikâyesi değil. 


Bu, haksız yere suçlanan bir siyahiyi savunmak zorunda kalan Atticus isimli bir avukatın, bu durumla nasıl başa çıktığının hikayesi. Hikâyede işlenen de bu durumun onun ve ailesi üzerindeki sosyal ve psikolojik etkileri. Yani yine, siyahi bir bireyin dahil olduğu bir olay üzerinden, bu, "siyahilere sahip çıkalım" görüşünün beyaz bir aileyi nasıl etkilediğiyle alakalı bir kitap bence Bülbülü Öldürmek. Kısacası ben, kitabın odak noktasının yanlış yerde olduğunu düşünüyorum. 


    "Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır."


Bu haliyle de güzel mesajlar veriyor elbette, onu da yadsıyamam. Kitapta yer bulan, sınıfsal farklılıklar, kadın-erkek rolleri üzerinden cinsiyetçilik, ırkçılık gibi temalar, günümüzde de güncelliğini koruyan temalar. O dönemde nasıl olduklarını görüyoruz evet ama bence okuyucu için yeni bir şey yok. Bu elbette kitabın, yazarın hatası değil, sadece bizim, 21. yüzyıl insanın bunlara alışmış olması. Yalnız, yine de Harper Lee'nin bu temaları çok soft bir şekilde işlediğini düşünmüyor değilim. Mesela, ırkçılığı görüyoruz evet. Bu ırkçılık yüzünden masum bir insanın suçlanmasını ve bunun sonuçlarını da görüyoruz. Ama bu sonuçların söz konusu birey, onun ailesi, onun topluluğu üzerindeki etkisini görmüyoruz. Kitabın akılda kalmasını sağlayan tek olay, yüzeysel, tek taraflı bir şekilde anlatılıyor. Çünkü yazar, kahraman bakış açısıyla yazmayı seçmiş ve o kahraman ne yazık ki Tom Robinson (suçlanan siyahi) veya daha yakın bir ihtimalle onun kızı değil. 


Edebi anlatım açısından da bir artısı yok bence kitabın, hatta eksik kaldığını bile söyleyebilirim. Akılda kalıcı, düşündüren birkaç cümle dışında kitapta öyle estetik açıdan okuması zevkli satırlar yok. Dili gayet basit. Bir de öyküyü bir çocuğun anlatıyor olması ben de farklı hisler uyandırmadı nedense. Sadece bizim cevabını bildiğimiz soruları saf bir merakla sorduğu, kendi içinde sorguladığı zaman hatırladım Scout'un bir çocuk olduğunu. Başka ne bekleyebilirim bilmiyorum ama 


Dediğim gibi vermeye çalıştığı mesajlar elbette önemli, evrensel mesajlar. Benim hoşuma gitmeyen bu mesajları içinde bulunduran öykünün kurgulanış şekli. Herkesin beğendiği, çok beğendiği, hatta hayran olduğu kitapları o kadar da çok sevmeyince kendimi bir tuhaf hissediyorum. Belki ben de ortaokulda ya da lisede okusaydım çok sevecektim ama şu an, ele aldığı konuyu iyi işleyememiş bir kitapla karşı karşıya olduğumu düşünüyorum. 



Siz bu kitabı okudunuz mu?
Hakkında neler düşünüyorsunuz?
Benimle paylaşın!

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. ilk defa gördüm ben bu kitabi okumadan yorum yapamıyorum şans vereyim

    YanıtlaSil