Okuma Serüvenim : Nasıl Okuyan Bir Muggle Oldum?


Okumadan geçirilen bir gün, yitirilmiş bir gündür. -J.P. Sartre

Son zamanlarda az okumaktan, daha doğrusu eskisi kadar çok okuyamamaktan yakınıyorum. Geçtiğimiz yıllarda okuduğum kitap sayısı düzenli bir şekilde düşüş gösterdi.  Yıllık okuma hedefime ulaşamıyor olmak beni her yıl üzüyor ve nedensiz bir şekilde strese sokuyor. Son günlerde bunun üzerine biraz düşündüm ve okuduğum kitap sayısının neden böyle bir düşüş gösterdiği üzerine bir tahmin yürüttüm. Bu sonuca nasıl vardığımı anlatmak için önce biraz geriye gitmem gerekti. Okumaya başladığım zamanlara... İlkokul yıllarıma...

Öğretmenimizin okuma yarışı yaptırdığı zamanları hatırlıyorum. Sınıfta, haftada bir gerçekleşen bu olayı benim kadar ciddiye alan yoktu. Bana sıra gelene kadar heyecandan ellerim titrerdi. Hızlı okumayı, en hızlı okuyan olmayı bir dönem gerçekten çok kafaya takmıştım. Evde alıştırmalar yapıyordum, sınıfta bu konuda birinci olmak benim için çok önemliydi. Çünkü işin sonunda ödül vardı: Milka çikolata. O zamanlar herkesin alabildiği, her ailenin bütçesine uygun bir çikolata değildi Milka, gerçi hala da değil. İşte bu Milka'yı kapmak için her hafta cuma gününün son dersine deli gibi hazırlanıyordum. 

Hazırlanma şeklim de bir acayipti aslında. Evde ders çalışırken canım sıkıldığı için bu ders çalışma işini eğlenceli hale getirmenin yolunu bulmuştum: öğretmencilik oynamak... Öğretmencilik oynarken o gün ne öğrendiysem hayali öğrencilerime onu anlatıyor, bu sayede dersimi tekrar etmiş oluyordum. Hızlı okuma pratiği konusundaysa... Bana göre öğretmen dediğin hızlı, çok hızlı okurdu. O yüzden kendimle yarışırdım. Bir sözcüğü yanlış okuyunca kendime hiç acımaz en baştan başlardım metne. 

Neyse, aradan zaman geçti, bir sürü Milka kaptım, afiyetle yedim... Okuma hızımız ideal seviyeye ulaştı, okumakla ilgili sorunumuz kalmadı, öğretmenimiz de bu yarışı yapmayı bıraktı. Telaffuz etmek konusunda mükemmelleşince okuma-anlama pratiklerine başladık haliyle. Hepinizin bildiği özet çıkarma dönemi başladı. O kadar garip bir ruh hali içindeymişim ki şimdi hatırlayınca çok gülüyorum; arkadaşlar beğenmediğim kitapların özetlerini çıkarmıyordum. Bir özet defterimiz vardı. Belli sıklıkla öğretmenimiz bu defteri kontrol ediyordu. O süre içinde okuduğum kitap hoşuma gitmemişse ve benim kanaatimce o kitap "özet defterime yazmaya layık değilse," kalan sürede hemen başka bir kitap okuyordum. Takıntının derecesine bakar mısınız? Nasıl bir muggle olacağım o zamanlardan belliymiş...

Bu yaşlarıma, ilkokul yıllarıma damga vuran isim Ömer Seyfettin'di bu arada. Anne-babamın Ömer Seyfettin hayranlığı bu yaşlarda hep onun kitaplarını okumamla sonuçlandı.  Ayşegül serisinden sonra okuduğum ilk kitap Ömer Seyfettin'den Primo Türk Çocuğu'ydı. Memnun değil miyim, hayır gayet memnunum. Kimilerinin öne sürdüğü gibi bu kitaplar psikolojimi bozmadı, hatta bana çok şey öğretti. Ayrıca Ömer Seyfettin kitapları bugün piyasada dolaşan ve on beş yaş altındaki çocukların elinden düşmeyen kitaplardan binlerce kat daha kaliteli ve öğretici. Neyse, huzur içinde yatsın diyor ve ortaokul çağındaki muggleın okuma tecrübeleriyle devam ediyorum.

Orta okulun ilk zamanları neden bilmiyorum ama bende büyük bir "büyük kitaplarını" okuma hevesi baş gösterdi. Yani anne-babamın kitaplığındaki kitapları okumak istiyordum hep. Bunun beni kestirme yoldan olgunlaştıracağını filan sanmış olmalıyım. Kısacası bu dönemde yaşımın kitaplarını değil zekamı ve hayal gücümü aşan kitaplar okumaya çalıştım. Çok sancılı bir dönemdi arkadaşlar; yani Peyami Safa'nın Yalnızız'ına anlam vermeye çalışıyor, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirlerindeki karşılıksız aşkı ben yaşıyormuşum gibi triplere giriyordum. Annemin okuduğu bir kitabı babama övdüğünü duyunca kitaba saldırıyordum hemen, Aytmatov'dan Gün Olur Asra Bedel'i böyle okumaya çalıştım işte. Felsefe tarihini anlatan, harika bir kurguya sahip olan, annemin favorisi Sofi'nin Dünyası birkaç sayfasıyla bile başımı döndürmüştü. Babamın o sıralar okuyup çok sevdiği Çiçekler Büyür kitabını ise okumaya bile başlayamadım, babam görünce elimden aldı, bu kitap için henüz hazır olmadığımı söyledi. Elbette haklıydı. Bunların hepsi başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerdi. Yine de Fatih Harbiye'yi ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu keyifle okuduğumu hatırlıyorum.

Dikkatinizi çekiyorum, hiç klasik kitap bahsi geçmedi.

Bu stresli dönemin en güzel hatırası Azkaban Tutsağı'nı hayranlıkla yüzlerce kez izledikten sonra seriyi merak etmem ve okumaya başlamam olmuştu. Kütahya Vahidpaşa Halk Kütüphesi'nde Felfese Taşı'nı bulduğum anı çok net hatırlıyorum. Tabii o zamanlar bulduğum baskının adı Büyülü Taş'tı ahahahahaa.

Böylece kendime bir nevi reset atmış oldum. Şimdi düşünüyorum da o zamanlar tam da okuma zevkimin şekilleneceği zamanlarmış. Doğru değerlendiremediğimi görmek ise beni üzüyor...

Yazlıktaki akşam pazarlarında korsan kitap tezgahlarını keşfetmemle başka bir dönem başladı okuyan muggle için. Yabancı edebiyata olan ilgim de böyle başladı. Ergenliğe yeni girmiş bir genç kız olarak romantik kitap okumak beni inanılmaz eğlendiriyordu. O tezgahlardan bir sürü kitap satın aldım. İnsana pek bir düşündürmeyen, kısa cümleler ve basit anlatımla boş vakit geçirmeye yarayan kitaplardı. Bu kitaplarla vaktimi boş geçirdim yani anlayacağınız. Yine de o tezgahlardan bana kalan, sonradan orijinalleriyle değiştirecek kadar kıymet verdiğim kitaplar, Çatı serisi kitapları... Sevmeyen, eleştiren çok. Ama bu serinin gerçekten yeri bende ayrıdır...

Devam edelim, hala orta okuldayız. Yıl 2008. Alacakaranlık filmi çıkmış. En yakın arkadaşım (Merve, sana burada selam çakıyorum Buff'cığım) Alacakaranlık delisi ve çılgın gibi onun posterlerini topluyor. O zamanlar Blue Jean var, Trendy var, Heygirl filan var. Bu dergilere o kadar çok para harcıyordu ki aldığımız dergileri gizlice onun odasına ulaştırmaya çalışıyorduk. Serinin kitaplarını da okuyor tabii. Bir süre sonra ben de onun etkisi altında kaldım, vampirlere merak saldım. (Hatta o kadar kaptırmıştık ki kendimizi üç arkadaş kitap yazmıştık, fanfiction gibi bir şeydi ahahah..)

O yıllarda Kütahya'da sadece bir tane kitapçı var; Üniversite Kitapevi. Orası da çok soğuk bir yer. Bana öyle geliyordu yani. Neyse, bir tane daha kitapçı açıldı biz ortaokuldayken. Kocatepe Kitapevi. Adamlar bariz korsan kitap satıyor ama farkında değiliz. Bir de bir uygulamaları vardı, üyelik yapıyorsun, kütüphane gibi yani. Bir kitap alıyorsun iki liraya, iki hafta mı ne süre var, geri getirip başka bir kitap alıyorsun yine iki liraya. Hani CD kiralardık ya aynı o hesap... 

Alacakaranlığın bu kadar büyük yankı yaratmasından sonra başka vampir kitapları da görünür olmaya başladı gözümde. Alacakaranlığı okumadım, o arkadaşımın helaliydi :D Böyle bir şey vardı yalnız gerçekten de, birimizin hayran olduğu bir şeye diğerimiz dokunmuyorduk. Kıskançlık meselesiydi bu yani. Bu yüzden Merve'yle küstüğümüz bile olmuştu ahahah. Neyse, Alacakaranlık bana haram olunca - ah neredeyse unutuyordum bir de Potterheadler olarak Alacakaranlıktan nefret etmek ZORUNDA olduğumuz için başka popüler kitaplara yöneldim. Anita Blake serisinden, seri olduğunun farkında olmadan birkaç kitap okudum, Anne Rice'ı keşfettim, Güneyli Vampir Serisine daldım... Sonra Dedikoducu Kız kitaplarını alıp okudum o kitapevinden. Sonra da Sevimli Küçük Yalancılar'a geldi sıra. Sonra deli gibi, uykusuz, soluksuz Gece Evi okudum. Gece Evi'ne aşık oldum. Allah'ım hatırladıkça çıldırıyorum :D

Ortaokul böyle hayallere dalmış bir halde bitti. Klasik kitapların adı bile aklımdan geçmiyordu. Bu yılların en büyük güzelliği dediğim gibi Harry Potter serisinin beni büyülemesiydi. İyi ki de büyülemiş, ohh..

Lisede eskisi kadar hevesli bir şekilde kitap okumuyordum. Bunun nedeni en yakın arkadaşım olan ve o dönem tutkuyla kitap okuma konusunda bana ilham olan Merve'yle ayrı okullara düşmüştük. Sonra aynı okulda ve aynı sınıfta tekrar birleşsek de ikimiz de eskiden olduğumuz tutkulu okuyucular değildik. Yine de lise döneminin ikinci yarısında içimdeki uslanmaz doğaüstü yaratık sevgisi ortaya çıktı ve bu süre zarfında Vampir Akademisi ve Fısıltı serilerini ayıla bayıla okudum, bu serilerin fangirlü oldum. Fantastikten caymadım Hobbit'i okumak gibi harika bir karar verdim. Game of Thrones diye bir dizi başladı, dizinin ilk bölümlerini izlememle kitabını okumaya başlamam bir oldu. Devamını getirmemişim, araya Yasemine Galernon'un Cadı serisi, Açlık Oyunları ve ve ve... Vampir Günlükleri girdi...

Neyse bu dönemler böyle boş beleş geçti :D Üniversiteye hazırlıktı, sınavdı tercihlerdi derken hayatımda yeni bir dönem başladı: İzmir'e taşındık, üniversiteye başladım.

Hazırlık sınıfında booktuberları keşfettim. Normalde youtuber izlemiyordum ama kitap yorumlarını izlemekten inanılmaz keyif alıyordum. Kitap okuyup yorum takip eden herkesin tanıdığı insanları izlemeye başladım. Onların videolarını izlediğim süreyi kitap okumaya harcasaydım şu an okuma listemdeki kitap sayısı birkaç düzine daha az olabilirdi. Kitap yorumlarına kendimi o kadar çok kaptırdım ki bu videoları izlerken not aldığım kitapların sayısı yüzleri geçti. Bir noktadan sonra artık izlemeyi bırakıp okumaya başlamam gerektiğinin farkına vardım. Bu gibi kitap kanallarının öve öve bitiremedikleri her şeyi okumaya çalıştım. 

Lux serisi bunlardan biri mesela. Fırsatçı serisi. Ölümcül Oyuncaklar serisi (bu serinin çok kötü olduğunu düşünmüyorum, orası ayrı..). John Green kitapları, düşündükçe içime sıkıntı basıyor. Uyumsuz serisi. The 100 serisi. İşte yine böyle popüler olmuş, gereksiz şişirilmiş bir sürü kitap okudum. Okurken keyif almış olduğum gerçeğini asla değiştiremem, kendime yalan da söyleyemem. Okuyup bitirdiğim zamanlar bu kitaplara Goodreads'te yüksek puanlar da verdim. Şimdi okusam belki de aynı keyfi almam bu kitaplardan ama dört-beş yıl önceki halim gayet de o keyfi aldı bu kitaplardan. Kitapları ya da serileri aşağıladığım da düşünülmesin, ben sadece kitap zevkimin yıllar içinde değiştiğini vurgulamak istiyorum.

İşte bu tarz kitapları okuduğum dönem yılda 70-75 kitap okuduğum dönemdi. 

Sonra hazırlık bitti, üniversite birinci sınıfa başladık ve ben o dönem harika bir hocadan harika bir ders almaya başladım. Bu ders bölüm dersim bile değildi, her birinci sınıfın almak zorunda olduğu İnkılap Tarihi dersiydi. Bu ders gerçekten dört yıllık üniversite hayatımda aldığım en keyifli derslerden biriydi. Neyse, bu dersi veren hocamız daha ilk dersinde klasiklerin önemini anlattı bize. Ne dediğini şimdi tam olarak hatırlamıyorum, tek bir cümlesi kalmış aklımda; gelişmiş ülkelerde öğrencilerin klasik okuduğunu ve gelişimin temelinde de bunun yattığından bahsetmişti. O zamana kadar insan ne isterse onu okusun, işte ne biliyim, insan okuduğu kitaptan illa ki bir ders çıkarmak zorunda değildir, kitap sadece keyif için okunabilir gibi bir görüşüm vardı. Tabii bunlar kişisel görüşlerdir ve isteyen istediği şeyi düşünebilir. Fakat o derste hocamızın anlattıkları beni o kadar etkiledi ki... Yerli bir klasik adı zikretti: Saatleri Ayarlama Enstitüsü... Okuyan var mı diye sordu... Arkadaşlar, sınıfta en azından otuz-kırk kişi var. Okudum diyen çıkmadı. O an gerçekten kendi adıma çok utandım ben. 

O gün eve gittim ve yaptığım ilk şey kendime bir klasik kitap listesi hazırlamak oldu. 

Birden klasik okumaya başlamadım tabii. Bu mucize olurdu zaten. O zamana kadar üzerine düşmediğim, kendime adeta yabancılaştırdığım bir türdü bu. O yüzden bilinçli, yavaş yavaş, sindire sindire okumaya başladım klasikleri. Bu süreç hala da devam ediyor, bitmiş değil. 

Küçükken sınıf kütüphanemizde klasiklerin sadeleştirilmiş versiyonları vardı. Bunlar hiç ilgimi çekmezdi benim. Jane Eyre vardı mesela, Jane Eyre diye telaffuz ediyordum zorla ve adını bile söyleyemediğim bu kitap ne kadar ilginç olabilirdi ki? (Şu an en sevdiğim klasiklerin başında gelir kendisi..) Bir seferinde Robinson Crusoe'yu okumaya çalıştım, kapağındaki rengarenk papağan dikkatimi çekmişti ama sıkılıp kapattım. Çocukluğumda - ilkokul çağımı kastediyorum - okuduğum tek klasik Seksen Günde Devri Alem'di. Bir de babamdan dinlediğim Sefiller. Onu da kendim okumuş sayılmam aslında ama olsun, hikayesini biliyordum az çok.

Aslında bu sadeleştirilmiş versiyonları okumamam sonradan işime geldi; belki hikayelerini bildiğim kitapları okumak külfet gelecekti, yine sıkılacaktım. Şimdi hepsini sıfırdan keşfetmek daha güzel geliyor bana.

Sonra kendi kendime Marquez'i keşfettim, yine çok değerli bir hocam sayesinde İhsan Oktay Anar'ı keşfettim. Kim bilir daha keşfedeceğim kaç muhteşem yazar var...

Hep klasik okuyorum, hep edebi açıdan yoğun kitaplar okuyorum diye de bir şey yok elbette. İnsan arada kafasını dağıtmak, öylesine, rahatlamak için vakit geçirmek istiyor. Bunun için ben genelde eskiden okuduğum türden kitaplar okuyorum hala. Yine de okumadığım tonla klasik varken bu tarz kitapları okumak her zaman içimden gelmiyor. Kitap zevkim gerçekten değişti... Bunu geçmiş yıllarda okuduğum kitaplara bakınca daha iyi anlıyorum. 

Uzun lafın kısasa son dönemde az kitap okuyormuşum gibi hissetmemin nedeni bence bu. Beni daha çok düşünmeye iten, sorgulatan, yoğun edebi anlatımları olan zihinsel olarak insanı yoran kitaplar okuduğum için miktar azalmış gibi görünse de bence okuduklarımın bana kattığı şeyler kesinlikle arttı. Önemli olan nicelik değil, nitelik en nihayetinde...

Eskiden okuduğum, şimdi de bir sürü kişinin okuyup beğendiği kitaplara niteliksiz demek istemiyorum, diyemem de zaten. Sadece şunu söylemek istiyorum, insan yaş aldıkça da farklı şeylerden keyif almaya başlıyor. Okudukça, farklı şeyler keşfettikçe okuma zevki de değişiyor insanın haliyle. Değişmemesinde de bir sorun yok elbette. İnsanlar klasik kitap okumaktan, edebi yoğunluğu olan kitaplar okumaktan hoşlanmayabilir, herkesin zevki kendinedir. Bu gayet normal. Yalnızca insan bir şekilde kendini geliştirmeyi bilmeli. Bu ister kitaplar yoluyla, ister sinema yoluyla, isterse de tecrübe yoluyla olsun. İnsan kendini geliştirsin, ufkunu bir şekilde genişletsin de nasıl yapıyor önemli değil bence. Bu illa kitaplarla olacak diye bir şey yok.

Ayrıca eskiden okuduğum - hala da arada sırada okuduğum - bu tarz kitaplar düzenli kitap okuma alışkanlığımı sürekli kılmama yardımcı oldu. Okuduğum türler değişiklik gösterse de kitap okumamazlık yaptığım bir dönem yoktu -lise birinci sınıf hariç çünkü lise birinci sınıf benim için kişisel bunalımlarla geçti.

Bu böyle biraz iç dökme biraz öz eleştiri mahiyetinde bir yazı oldu. Buraya kadar okuduysanız çok çok teşekkür ederim. Sizinle sohbet etmeme izin verdiğiniz için çok sağ olun. Aşağıya mutlaka yorum bırakın ki düşüncelerinizi ben de bileyim. 

Kitap zevkinin değişmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz mesela?

Sizin de zaman içinde okuduğunuz kitap türleri değişti mi? Eskiden okuduğunuz şeylerden hala keyif alıyor musunuz?

Klasik kitap okumak/okumamakla ilgili görüşünüz nedir?

Benimle paylaşın!

Yorum Gönder

6 Yorumlar

  1. yazıyı sonuna kadar okudum :) yaş farkımız olmasına rağmen aynı dönemlerden geçmişiz ve iyi ki potterhead olmuşuz :D benim de seneler içinde okuma tarzım o kadar değişti ki bazen okuduğum kitaplara bakıp gözlerime yazık etmişim çok diyorum. Ama olsun eninde sonunda onların da bana bir şeyler kattığını düşünüyorum. çok güzel bir yazı olmuş bu arada ihsan oktay anarı ben de sizin sayenizde tanıdım teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet bence de, önceden okuduğumuz kitaplar belki de şimdiki okuma tarzımızı şekillendirmemizde, biz farkında olmasak da, bize yardımcı olmuştur. Yazıyı beğenmeniz beni çok mutlu etti, sonuna kadar okuduğunuz ve görüşlerinizi benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim :') İhsan Oktay Anar'la tanışmanıza vesile olduğuma da çok sevindim ^^

      Sil
  2. Ben bu konuyu yazsam bundan daha iyi anlatamazdım. Benim gibi o evreden geçen birini görmek çok mutlu etti 😍 O kitaplar ve aldığın tavsiyeler sayesinde zamanla "Bir de insanlara bir şey katan kitaplardan birini okuyayım" diyorsun. Ve aslında kitap dünyasının ne kadar derinlikli olduğunu daha kolay anlıyorsun. Çocuklar için sadeleştirilmiş klasikleri ben de sevmem. Normalde 500 sayfalık olan kitabı 80 sayfaya sığdırmaya çalışmak kadar anlamsız gelen bir durum yok.

    Ben tarihi aşk okumaya bayılırım, şu anda İngilizce olarak bu türü okumaya devam ediyorum. Kendi dilimde bana daha çok birikim katacak kitaplar okumayı tercih ediyorum. Özellikle bilim-kurgu türünden birçok esere taş çıkaracak farklı düşünceler okumuş olmak inanılmaz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Seni biliyorum canım, okuduğun tarihi aşk romanları benim de gözümü alıyor, çok hevesleniyorum ama bir türlü türün içine dalamadım. Bilim kurgu önerilerini almak isterim, çok sevdiğim bir tür olmasına rağmen henüz o kadar çok eser okuyabilmiş değilim bu türde... :')

      Sil
  3. Ah, keşke önüne gelen öğretmen olmasa... Daha sıkı kriterler getirilse... Öğretmenler, öğretmenliği sadece bir meslek olarak görmese... Eminim çoğu kişi bu kitap okuma mevzusunda öğretmenlerinden bir şekilde çekmiştir. Çok yazık...

    YanıtlaSil
  4. Yazı çok uzun olmuş ama okuyacağım :-) Yorumlarımı unutmamak için okudukça yorum yapayım.

    Öncelikle ailenin bir kitaplığının olması senin için büyük şans olmuş. Bizim evimizde bir kitaplık yoktu. Ailenin ilk çocuğu olduğum için ben okumak istediğim kitapları satın alır okurdum.

    Çatı serisini ben de lisede okumuştum. Çok ilgiyle okuduğumu hatırlıyorum.

    Beyaz dizi dediğimiz kitaplara dadandım bir süre. O zamanlar kitapçıda ikinci eli 1,5 liraya satılıyordu. Eğer takas yaparsan 75 kuruş veriyordun. Onlardan belki 100 adet okumuşumdur. Bazılarının konusunu hatırlasam da ismini hatırladığım sadece 1-2 kitap var. Şimdi bu kitaplar çok basit geliyor ama romantik kitap sevgim devam ediyor.

    İnsanın zamanla kitap zevki değişiyor bence. Ben öykü türünü hiç sevmezdim ama son iki yılda o kadar güzel öykü kitapları okudum ki eğer iyi yazılmışsa öykü en sevdiğim türlerden biri oldu.

    YanıtlaSil